14 Kasım 2009 Cumartesi

32 BÜST


Yıl 2000 ve akşam yemeği esnasında haberler izleniyor. Birde bakıyorum benim özel kadınlarımdan biri haberlerde konu edilmiş. Evet benim özel kadınlarım var; hayata gelme nedenleri olan,tanrının bi lutfu olan kadınlar... Umay Umay,Sezen Aksu,Nazan Öncel,Serra Yılmaz,......... Bi sürü özel kadınım var hayatımda. İşte onlardan biri olan Serra Yılmaz bi kitap projesine dahil edilmiş ve göğüslerini tamamen gördüğünüz belden yukarısı çıplak bir fotoğrafla karşımda. Gözlerim faltaşı kitleniyorum televizyona.
Kitabın ismi "32 BÜST " "32 Fotoğraf İçin Yazılmış Yalanlar"

Ofset Yapımevi için tasarlanan bu kitap 2000 adet Türkçe,300 adet İngilizce olarak basılmış.
"32 Büst", Ofset Yapımevi'nin yedi yıl önce başlattığı "nesne kitap" geleneğinin o yılki ürünü. Bülent Erkmen'in kavramını oluşturduğu ve tasarımını yaptığı kitabın alt başlığı "Otuz İki Fotoğraf İçin Yazılmış Yalanlar." Los Angeles'te yaşayan Faruk Ulay, tasarımcının tanıdığı kendisinin tanınmadığı 32 kişinin büst fotoğraflarına bakarak düş kuruyor ve kitabın yazınsal metnini bu düşler oluşturuyor.

Fotoğrafları Tülin Altılar çekmiş. Fotoğrafların görüntü anlayışı "göğüs röntgeni" çekiliyormuşcasına sakin ve anlamdan arındırılmış olması. Yani mermerden yontulmuş büstler gibi...
Kimler yok ki bu 32 isimde;
Nejat Yavaşoğulları, Serra Yılmaz, Faruk Malhan, Şakir Eczacıbaşı, Sarkis, Murathan Mungan, Ayşe Erkmen, Paul McMillen, Hilmi Yavuz, Sezer Duru, Barış Pirhasan, Haydar Karabey, Beklan Algan, Kerem Kurdoğlu, Ayşe Çağlar, Yurdaer Altıntaş, Aykut Köksal, Mustafa Taviloğlu, Naz Erayda, Melih Fereli, Ömer Madra, Gülsüm Karamustafa, Fatih Özgüven, Babür Tongur, Mustafa Avkıran, Arif Çağlar, İnci Asena, Edhem Eldem, Dikmen Gürün, Sadık Karamustafa, Orhan Silier ve Kutluğ Ataman.
O yıllarda fırsatını bulup edinememiştim bu ilginç bi o kadar da şahane çalışmayı. Şimdi birdenbire aklıma düşüverdi ve neden bloğumda bundan bahsetmiyorum ki dedim kendi kendime:) Belki bu yazıyı okuyan birinde vardır ve beni mutlu etmek için bu süper kitabı benimle paylaşır:) Acaba o şanslı 2000 kişiden biri bu yazıyı okuyor mudur?????????

9 Kasım 2009 Pazartesi

Sarı Tebessüm

Başlığa aldanıp Seçkin Yaşar'ın 1992 yapımı erotik sanat filmi "Sarı Tebessüm"den bahsedeceğimi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu blog tamamen annem ile ilgilidir. Saçlarının renginden dolayı yıllardır Sarı diye hitap ederim ona. O da yıllardan beri o kadar kanıksadı ki bu takma ismi sanki ismi söylenirmişçesine dönüp cevap verir bizlere. Bizlere diyorum çünkü benden güç alarak başta ablamın kızı olmak üzere çoğu kişi SARI diyor kendisine. Evet biraz tuhaf bir aileyiz galiba;annesine anneannesine SARI diye seslenen insanlar topluluğu...

Benim Sarı'm gerçek bir gurmedir ve sanırım Dünya üzerinde ondan iyi yemek yapan insanoğlu bulunmamaktadır. O kadar ün salmıştır ki arkadaşlarım bize gelip Sarı'nın yemeklerini yiyebilmek için 1000 takla atarlar. Ama anlatacaklarım yaptığı güzel yemeklerle ilgili değil. Sarı'nın eğlenceli kısmı ile ilgili. Çok sık Tanrıya şükrederim bu kadar eğlenceli,hayatla dalga geçebilen ve komik bir annem var diye. Öyle ki kahkahasız günümüz geçmez. Sıkıntılarımızda olsa dertlerimizde olsa gülmeyi biliriz hayata. Öğrencilik yıllarımda İzmit'ten İzmir'e telefon açardım Sarı'ya ve dakikalarca gülmekten konuşamazdık. bu o kadar çok sık yaşanırdı ki afrkadaşlarım "siz gülmek için telefon parası veriyorsunuz konuşmak için değil" derlerdi.


Neye mi gülüyoruz bu kadar? Size birkaç hikaye anlatıcam Sarı'yla ilgili ama korkuyorum bu bir yazı dizisi haline gelecek diye. Anlat anlat bitmez yaşananlar;sanırım sarı tebessüm yazı dizisi olarak bu sayfadan sık sık okuyacaksınız maceralarını...


Yıl 2001, İzmit'te öğrenciyim ve eve çıkmışım.Üşenmemiş İzmir'den kalkmış gelmiş beni eve yerleştirmeye.Gün boyu yorulduktan sonra akşamüstü çay bahçesine gidiyoruz. ben ve ev arkadaşım önde hemen arkamızda ise Sarı ve kuzenim. Arkadan bir Kahkaha geliyor ve Sarı isyanda:" - Sakın Yaşar'a söyleme günlerce dalga geçer benimle " diye. Meğer Sarı şöyle bi soru sormuş kuzenime:


--Kızım 41 nerenin plakası acaba her yerde 41 plakalı araba var?


Sarıcım nasıl böyle bi soru sorabilirsin İzmit'in plakası 41 değil mi diyorum el cevap geliyor;


--Aman ne biliyim burası bana hep İstanbul gibi geliyor....


Sarı ile TV izlemekte başlı başına bir eğlencedir. erotik sahneleri olan filmler Sarı lugatına göre "dekolte film"dir. Dekolte film de nasıl oluyor demeyin oluyor işte:) Bir de "Aaaaaaaaa bu adamın filmleri güzel olur!" klişemiz var ki sormayın. Adamı tanımaz etmez ama yapıştırır cümleyi. Film başlıyor ve daha ilk sahne; beyaz ceketli zenci bir garson elinde tepsi şampanya servisi yapıyor bir partide. Sarı bizim zenciyi görür görmez yapıştırdı "Aaaaaaa bu adamın filmleri güzel olur" u. Adamın figuran olduğunu bi daha filmde gözükmeyeceğini söylediğimde ise;


" Olur mu ayol kaç tane filmini izledim yalan mı söyleyeceğim?" der.


Sarı dan son bomba geçenlerde teyzemle birlikte dizi izlerken geldi. Dizi reklam arası vermiş ve bizimkiler sohbete devam ediyor. O esnada da Beyonce nin diamond diye bağırarak dans ettiği parfüm reklamı ekranlarda;


SARI: AAaaaaa bayılıyorum bu kadına..


TEYZEM: Güzel kadın valla, kim ki bu abla? (Sarıdan yüzyılın cevabı geliyor)


SARI: Zenci....


Evet sadece zenci dedi ve konuyu kapattı. Gülmekten morardım ve kendime gelmem 10-15 dk sürdü. Tabii söylediğinin farkına vardığı için o da benimle güldü dakikalarca...


Efendim hayat devam ettikçe Sarıda hikaye bizde kahkaha eksik olmaz,olmasında.. Dediğim gibi kahkahalar biriktikçe bu sayfaya yansıyacak ve SARI TEBESSÜM yazı dizisi sizleri bekliyor olacak. tavsiyem o dur ki takipte kalınız. Bol kahkahalı günler....

7 Kasım 2009 Cumartesi

ELMA ŞEKERİ....



Yatırdılar yatağa, başımda da bir serum şişesi...

Şişenin içinde Umay Umay; damla damla damarlarıma karışıyor sözcükleri. Kelimelerin efendisi bu KAÇIK kadın nasılda iyi geliyor tüm hücrelerime...

İliğime kadar kırmızıyım artık hem de orospu kırmızı...

Bundan böyle korkun benden; neden mi? Damarlarımda Umay, utanmak yerine hayran olduğum günahlarım var benim...

Paketten bi sigara çıkarıp boşalttım tütünü, bastım içine kırmızıyı tütün yerine. Her nefeste daha da kırmızıyım artık, her nefeste daha orospu...

Şaraba rengimi verdim o da bana kafası güzel saatler. Adil bi değiş tokuş bu.. Şimdi de zamanla pazarlıktayız... Çocukluğumu istedim ondan veremezmiş; kırmızı bisikletiyle dolaşmaya çıkmış... Olsun varsın ben gidiyorum o zaman kefen rengi çarşaflarımla boğuşmaya...Size söz küfredip sövmeden zamana hemen dalıcam kırmızı rüyalara...belki ziyarete gelirsiniz beni kırmızı rüyalarımda; gelirseniz bi de elma şekeri getirin bana... Hadi ben kaçtım...Kır...... Mı.....zı...............ppppffffffffhhhhhh.............phhhhhhffffff.........(uyku)

4 Kasım 2009 Çarşamba

ABİ İÇİNE BOL ACI KOY!


Sabahın dördü… Kuruntularımdan birini daha yeni söndürdüm kültablasında. Dumanı hala havada, dans ederek bir insan vücudunun silüeti oluyor sanki. Tıpkı onun vücudu gibi. Bütün kıvrımları, gizli ve mahrem yerleri aklımda kazılı. Nasıl unutabilirim? İnsan dokunduğunda içini ürperten bir teni nasıl unutabilir ki? Oysa sadece bir kere seviştik, ama... Bir bakışıyla Dünya’daki tüm dilleri konuşan birinin vücudunu unutabilir misiniz? Yada gülüşüyle güneşi bile kıskandıracak bir ışık saçan birini? Zaten unutmakta istemiyorum. Onu düşünmenin verdiği melankolide yoğrulmak hoşuma gidiyor aslında. Tuhaf… Bazen insan acı çekmekte istiyor işte. Köfte ekmek aldığın adama ‘abi içine bol acı koy’ demek gibi. Yediğinde acıdan dudaklarının kabaracağını, her tarafını ter basacağını ve dilinin damağının cayır cayır yanacağını bile bile istersin işte.’Abi içine bol acı koy’…Sorguda gibi aklım, soruların ardı arkası kesilmiyor. Acaba çok fazla mı anlam yüklüyorum? Beklenti içine mi girdim yoksa? Ya onun için sadece bir gecelik bir heyecansam? Neden bu kadar üstünde duruyorum? Zamana neden bırak mıyorum?........... Sorgu çok uzadı…Saat kaç memur bey? Siz kötü polis misiniz? Bu hikayedeki iyi polis nerede? Çok ceza yer miyim? Beni aşka mı mahkum ederler? Ama aşık olacak kadar tanımıyorum ki. Söylemiştim size sadece bir kere seviştik. Evet biliyorum aşkın matematiği olmaz ama biyerlerde bi hesap yapmaz mı insan? Sonra hazırlıksız yakalanır çok acı çekeriz bence. Yapmayın lütfen hemen mahkum etmeyin aşka. Cezamı para cezasına off pardon bira cezasına çevirin. Birkaç akşam daha dışarı çıkıp içeyim. Hatta o da olsun yanımda. Onu tanımaya çalışayım. Sindireyim, kabulleneyim ne varsa. Hem bilmediğiniz şeyler var. O aşka inanmıyor. Hadi inandırdım diyelim, bu seferde başka sorunlar var ortada. Eee ama sizde her şeyi öğrenmek istiyorsunuz. Peki peki ucundan çıtlatayım; 2 ay sonra yurtdışına gidiyor, hem de 20 aylığına. Hani matematik yoktu aşkta? Neredeyse integrale dayandık memur bey. İyi polis nerede kaldı? Anlatmaktan dilim damağım kurudu da su isteyecektim. Ateşiniz var mı bi kuruntu şeyettirecektimde? Teşekkür ederim. Duman yükseliyor yine. Yine dumandan bir silüet, yine o… Kuruntumdan çıkan duman aşıklar mertebesine yükselirken ben yine onu düşünüyorum…

17 Eylül 2006

FarmVille Hayatlar


Hayat zor... Yaşamak,aşık olmak, ayakta kalmak zor...

Mücadele etmek, laf anlatmak en önemlisi de kendini anlatmak zor...

Bunları konuşurken esmer güzeli arkadaşımla çok hoşuma giden bir benzetme yaptı aniden;

"Hani şu facebook ta herkesin deli gibi oynadığı FarmVille oyunu var ya,sana boş bir tarla veriyorlar ve sen ekip biçiyorsun o tarlayı. İşte hayat ta tıpkı o oyun gibi aslında"

Çok hoşuma gitti bu benzetme. Elde ettiğin paralarla tarlayı büyütüyorsun,dekorasyonuyla ilgileniyorsun, birşeyler kattıkça katıyorsun tarlana. Amaç daha iyi bir tarlaya sahip olmak daha çok kazanmak ve DİĞERLERİNDEN daha iyi olmak...

İşte hayatta aslında tam bir FarmVille. Doğduğun an veriyorlar o boş tarlayı sana. Önce Belirli bi süre ebeveynlerimiz doldurmaya ekip biçmeye başlıyor tarlayı gönüllerince ve biraz da egoistçe. Kendi doğrularını yada zamanında kendilerinin yapamadıklarını çocuklarının tarlalarına ekiyorlar pürtelaş:) Ekiyorlar, ekiyorlar, ekiyorlar durmaksızın...Taa ki belli bir yaşa kadar.

Çocuk büyüdükçe devreye okuduğu okullar,kitaplar,arkadaşlıkları ve sosyal çevresi giriyor.Tarlaya korkuluklar alınıyor, yeni ekinler, çitler,dekorasyonlar...

Belli bir farkındalık oluştuğu zaman ise kişi kendi tarlasının bahçıvanı oluyor aslında.20 li yaşların başında kendine yatırım çağı START alıyor. başlıyor bahçıvanın telaşı ve kargaşa...

Hayattan emekli olana kadar da emekli olamıyorsun bu bahçıvanlıktan. Ekmeye biçmeye devam. hemde telaşını ,içindeki kargaşayı taze tutarak. Yazıya burda son vermeliyim çünkü tarlam beni bekliyor.Önce ektiğim ekinleri toplayıp yeni ekinler ekme zamanı.. Herkese kolay gelsin...

1 Kasım 2009 Pazar

Açlığımı doyur,öksürüğüme ilaç al baba...
Umay Umay


YÜZÜNÜ GÜNEŞE DÖN BABA;

Zıtlıklar ülkesinin cumhurbaşkanısın sen baba. Yanındayım ama uzaksın… Gülerken ağlayan yanımsın…. Sessizliğimdeki çığlıksın sen…
Yanımdasın ama değilsin sen baba. Almanya bile yıktı , sen niye onarıp duruyorsun aramızdaki BERLİN DUVARI’nı? Bırak artık vizesiz, pasaportsuz gireyim yüreğine… Direniyorsun…
Yoruldum ben baba…Hiçbirşey sonrasız değil diyerek umut tohumları koydum cebime, çocukluğumun ve adamlığımın aşk şarkılarına çekildim. Bekliyorum…
Açlığımı doyur öksürüğüme ilaç al baba…
Kahve fincanında geleceğimi okuttum bi arkadaşıma. Umutsuz savaşçı yazıyormuş benim için. Hafifletici bi nedenim yok. Mavi ve ölümsüz olduğumu biliyorum. Belki bi prens belki de bi anarşistim bu hayatta. Che Guevera oluyorum bi anda karşında. Hayat sahnesinde binbir karaktere bürünüyorum ama sen tek rolde direniyorsun. İlla ki ‘’BABA’’ yı oynayacaksın. Halbuki ne rol teklifleri sunuldu önüne, ne arkadaşım rolünü beğendin nede öğretmenim. ‘’BABA’’ rolüyle özdeşleştirdin kendini…
Bi gül dikeni hançer oldu batıyor KOCA YÜREĞİME. Bana bişey olmazların ülkesinde sadece 4 dakikalık bi mektup. Ellerin oyalansın, gözlerin oyalansın, dilinde yeşermeye canlı bi tat bıraksın diye…
Yanında, aynı evde yaşasaydım eğer, fesleğen saksıları koyardım balkona. Sen seversin fesleğeni; elini sürdükten sonra burnuna götürüp derin derin içine çekmeyi kokusunu. Ama önce, yıllarca yalnız bıraktığın bu umutsuz savaşçıya çoğaltabileceği bi öykü yaşatmalı yada bu dört dakikayı yırtıp atmalısın…
Açlığımı doyur öksürüğüme ilaç al baba….
Yüzünü güneşe dön baba, tıpkı çiçekler gibi. Yüzünü güneşe dön; tüm kemiklerin iliklerine kadar ısınıncaya dek. Çaylak aşıkların muhallebicide buluştukları gibi buluşsun yüzlerimiz güneşte…
Akşam oldu…balkona çık ve kaldır başını yıldızlara. Her biri müstehcen, davetkar kadınlar gibi göz kırpıyorlar bize. Sen orada ben burada çapkınlığa çıkalım bize göz kırpan yıldızlarla…
Açlığımı doyur öksürüğüme ilaç al baba…
Ablamların sesini duyuyor musun? Karşılarındaki sandalyeye oturtmuşlar çocuklarını anne rollerini çalışıyorlar. Hata yapmamak, replik atlamamak için çok uğraşıyorlar. Belki de kendi ebeveynlerinin rollerini eleştirip daha iyisini yapacaklarına dair yemin ediyorlar defalarca. Hadi kızlar kolay gelsin. Ha unutmadan , sakın BERLİN DUVARI nı sağlam bırakmayın oralarda…
Annemin ne kadar yorgun olduğunu görüyor musun baba? Reddettiğin ve oynamadığın rolleri oynuyor bir bir, sahne boş kalmasın diye. Kahve fincanına gerek yok, okunuyor yüzündeki çizgilerden otobiyografisi. Otur ve dinlen anne, antrak zamanı geldi. Galiba hazırım artık sahnede yalnız oynamaya…
Açlığımı doyur öksürüğüme ilaç al baba… Bana savaşmayı öğret ki yenildiğimde ölebileyim…
Sigarayı günde iki pakete çıkardım, ciğerlerimden kan gelinceye kadar öksürdüm. Hiçbirşey yazamadığımı fark ettim. Sadece açlığımı doyur öksürüğüme ilaç al diye yazdım. Eve dönmemi isteme diye baba…
23 mayıs 2003 babam'a
NOT: Başlık ve yazının bazı bölümleri çook ama çoook sevdiğim Umay Umay'dan alıntıdır.