7 Eylül 2012 Cuma

Kuralsızlık tek kural!

Çocukken de anlamazdım hala daha anlamam;neden susmak zorunda olduğumuz yerde sustuğumuzu. Ben o susulması yerde susamayan ve devamlı eti çimdirilen, tembih üstüne tembih yiyen çocuktum. İlk başta "patavatsız bu çocuk" dediler sonra yerini "Delidir ne yapsa yeridir" aldı. Aslında bu delidir'in verdiği sınırsız özgürlük dozunda ve bıktırmadan kullanıldığında güzel ama bir süre sonra ailemi ve yakınlarımı zor duruma düşürebiliyor. Oysa yemediği halt kalmayıp iffet meraklılığına soyunanlar, günahlardan günah beğenip ramazanda yüzyıllık dindar kesilenler, herkesi içinden eleştirip sahte gülümsemeyle etrafı pohpohlayıcılarla başka nasıl konuşulur bilmiyorum. fikrimi açıkça söylüyorum ben ve rahatlıyorum, gerisini o düşünsün. Rahatsız olup gardını alan da buna alışıp ona göre davranan da oluyor. Ama yeni bir yöntem geliştirdim; konuşup karşımdakini gerçekle yüzleştirmek yerine kocaman bir gülümseme savuruyorum gözlerinin içine. Gülümsemem konuşuyor zaten; anlatmaya devam et ama ben bunun böyle olmadığını biliyorum diyor... Delilik demişken benden daha "deli" lerde var hayatta. Benim üst modellerim yani. Hele bir arkadaşım var ki sormayın. Cinsiyetsiz ve Yaşsız olduğuna inanıyorum onun. Bir erkek yada bir kadın gibi düşünebilir yada her yaşta olabilir o. Sakladığı sihirli bir değneği olduğunu düşünüyorum onun. Kendi Cumhuriyeti'ni çoktan kurmuş ve isteyen o Cumhuriyete dahil olabiliyor. Yadırgayan yada istemeyen zaten umurunda değil. Dünyanın en ciddi konusunu tartışabilirsiniz onunla ama dikkat edin bir anda makara yapma virtiözüne de dönüşebilir. Onunla sohbet ederken geçen gün,dert yandı bana. Ailesinden uzak ve tek başına yaşayan yaşsız arkadaşım bayram tatilleri gibi dönemlerde ailesinin yanına geldiğinde çok zorlanıyormuş. Kuralları bilmediğim bir oyunun içinde buluyorum kendimi ve oynayamıyorum diyor. Ne güzel de özetledi durumu; kuralları belirlenmiş oyunlar var etrafımızda. Komşuyla sohbet kuralları,bayramlaşma kuralları, beraber yemek yeme kuralları, kuralları da kuralları. Oyun dışı kalabiliyorsun bazen. Ama yine de özeniyorum bu yaşsız arkadaşıma. Kendi Cumhuriyeti'nde kendi kurallarıyla oynuyor. Aslında tek kural var o da kuralsızlık. İçinden geldiği gibi ve istediğin gibi. Keşke hepimiz bunu başarabilsek. Şimdi salona geçip bilmiş bilmiş konuşan komşumuza kocaman bir gülümseme fırlatmam gerekiyor. Etrafımdaki oscarlık oyunculara sevgilerimle...

16 Ağustos 2012 Perşembe

DÜŞLERİM ANILARIMA TUTSAK BURADA

Bir düş kuruyorum şimdi ve sende baş kahramanısın düşümün... Yemek yiyiyoruz salondaki cam masada,sen her zaman ki gibi baş köşede... Annemin yaptığı "Fasulye" ye "Fasulya" demen komiğime gidiyor ama kızmayasın diye sana çaktırmadan bıyık altından gülüyorum. Hafifçe kulağımı yokluyorum belli etmeden. Eğer küpelerimi çıkarmayı unutmuşsam kavga ederiz diye korkuyorum. O sırada sen kumandayı alıp benim sevdiğim müzik kanalını açıyorsun ve anneme dönüp: "Bu çocuğa ekmek verme su verme ama müziksiz bırakma,müzik olmazsa yaşayamaz bu oğlan" diyorsun. Hafifçe gülüyorum; oğlunu tanıyan ve oğlu için jestler yapan baba olduğunu görmem hoşuma gidiyor, seviniyorum... Ablamlar hemen kıskanmış gibi yapıyor bu anlaşmalı oyunda. Sende "Olur mu kızım hepinizin yeri başka" nidaları çekiyorsun tebessümle.Sonra bana dönüp göz kırpıyorsun.Evimizin kadınları sofrayı toplarak mutfağa kaçtıklarında bana sesleniyorsun nüfus cüzdanıma inat bana kendin koyduğun lakapla; "Mike, sen ne zaman dönüyorsun İstanbul'a?" Seninle daha çok vakit geçirebilmek için istifa ettiğimi söyleyemiyorum, yıllık izindeyim diyorum. İnanmış gibi yapıyorsun ama inanmadığını ikimizde biliyoruz. Sonrasında gizli gizli anneme soruyorsun bu oğlan işten mi çıkarıldı? diye. Herkes seni üzmemeye yeminli,bir sen bilmiyorsun... Günler birbirini kovalıyor ve sen daha kötüleşiyorsun. Bize veda etmeye niyetlisin,biz de bırakmamaya. Sen kazanıyorsun ve sessiz sedasız gidiyorsun bizden. O an bir yaş perisi giriyor odaya ve dokunuyor değneğiyle omzuma. Birden 10 yıl yaşlanıyorum, 41 yaşında babası için ağlayan bir adama dönüşüyorum. Aradan bir yıl geçiyor ve ben 42 yaşında bu satırları yazıyorum. Ama bir dakika bu düş değil miydi? Benim düşümde Baba2m gitmeyecekti...Bu düş olmaktan çıkıp bir anı oldu artık Baba... Görüyor musun buralar çekilir dert değil; Düşler bile anılara tutsak burda. Sen rahat uyu, nasılsa bir şekilde dönüyor kavanoz dipli Dünya...

29 Haziran 2012 Cuma

Şizofreni

- Abi bu şarkının düzenlemesini Ozan Çolakoğlu mu yapmış Ozan Doğulu mu? - Ozan Doğulu abi… - Peki Kıvanç Tatlıtuğ Kuzey mi Güney mi? - Ya onu izlemiyorum ben ama sanırım Güney… - İzlemiyorsan nasıl sanıyorsun abi? - Ya ama görmeden Tanrı’ya inanıyorsun değil mi? - O başka oğlum,ne demiştik din,politika konuşmayacaktık. - Abi eşitsizliği de mi konuşamıyacağız? Ya 13 yaşında tecavüz edilen N.Ç.? - Bırak N.Ç yi de sen Behzat Ç yi izliyor musun? - A bak onu izliyorum,bir de Haberler i…Suriye uçağımızı düşürmüş izledim akşam. - Lost dizisinde de uçak düşüyordu değil mi? - Aynen abi,ama büyük hayalkırıklığı yaşattı dizinin sonu;herkes Araftaymış… - Hepimiz Araf’tayız oğlum… - Abi naaptın sen? Böyle insan yüzüne dan diye söylenir mi? - Bizim oralarda göte göt denir Hakim Bey dememiş miydi Can Baba? - Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını kendimi bulduğumda anladım da dedi abi… - Oğlum Şizofren misin sen ne biçim konuşuyorsun? - Yok abi ben değil de sen şizofrenmişsin,hatta beni de sen yaratmışsın öyle dediler. - Ne yani sen yok musun aslında? Bunların hepsini ben mi uyduruyorum? - Yok abi uydurmuyorsun da… Bak ne diyeceğim; bu ayna yaşlı mı gösteriyor bizi yoksa yaşlandık mı ha? - Işıktan galiba yoksa iyiyiz be…

10 Haziran 2012 Pazar

Masumuz...

Hepimiz masumuz korkma ve suçlama kendini. Evet “Çizgiyi bir kere geçtin mi hep geçersin” demiş olabilirler sana. Korkma sen; çünkü çizgiyi koyanlardan bunu sana söyleyenler. O yüzden çizgileri kaldırmak gerek hayatta. Neden mi? Toplum koydu o çizgileri ve sen o çizgilerin içine doğdun. Kimse sana sormadı kalemini hunharca harcarken, çizgileri çekerken. Koy cebine silgini ve sil silebildiğin kadar o çizgileri. Öğretiler yumağına açtın gözlerini sende herkes gibi. Mastürbasyon yapmanın kötü, günah ve ayıp bir şey olduğu söylendi yıllarca kulağına. Bundandır gizli gizli banyoda mastürbasyon yaptıktan sonra içine çöreklenen pişmanlık ve bayağılık duygusu. Hâlbuki kendi vücudunu ve dürtülerini keşfeden taze eski bir çocuksundur sadece. Ya da ilk regl olduğunda kadın olmaktan korkman ve utanmanın nedenidir bu çizgiler. Kadın olmak ta korkulacak, utanılacak bir şey değildir, seksin de olmadığı gibi. Sevişirken birleşen ellerin hangisinin senin olduğunu anlamayacak algıya ulaştıran kocaman bir illüzyondur seks. Bu illüzyonun ayıp ya da günah olacağını söyleyecek kadar kendinden vazgeçmemelisin hiçbir zaman… Ha birde etrafına seçtiklerin arasında ince bir çizgi vardır ki silerek kurtulamazsın o çizgilerden; tehlikelidir çünkü. Mesela arkadaşlıkla aşk arasında vardır o ince çizgilerden. Çizginin aşımı bir şarkıya, bir biraya ya da bir omuzda ağlamaya bakar. Islattığın omuza dikkat etmek gerekir. Sarhoşken bakışlara, tebessümlere gizlenenleri görmemek gerek bazen. Acıya davetiyedir o bakışlar, geri dönüşü yoktur o tebessümlerin… Dediğim gibi hepimiz masumuz aslında. Sıradaki başıma gelecek güzel şey sana gelsin diyebilecek kadar masum. Duyduğu tüm güzel melodileri sevdiğinin sesini duyunca unutacak kadar ya da onun için en sahtekar duyguları tadabilecek kadar masum… Mastürbasyon tatminden doğmuştur ve masumiyet sabununu eritmez avucunda aksine tatmin olmuş ruhunu güçlendirir. Regl olmak, kadın olmak ayıp değildir aksine vücut bulmasıdır ruhun, filizlenmektir göğe doğru. Seks yapmak sandığın gibi günah değildir, İbadetidir ruhun vücuda. Kısa süreli bilinç kaybıdır özden uzağa. O zaman al bu silgiyi koy cebine çocuk. Sil o çizgileri silebildiğin kadar. Sildikçe yüzüne yerleşen tebessümü çok seveceksin. Takacaksın dudaklarına o en sevdiğin gülümsemeyi sildikçe. Kendi yolunu çizeceksin zamanla korkma. Ama sen yine de dikkat et ıslattığın omuzlara, kaçamak bakışlara, tebessümlere gizlenenlere… Haziran 2012

5 Haziran 2012 Salı

Gidersen...

Benden ayrılmak istediğini söylediğinde hemen kabullenemeyebilirim. Nasıl kabulleneyim? Önce denizden çıkışın gelir aklıma;Denizden çıkınca ıslak kalmayı sevmezsin sen,kendince üstün körü kurulandıktan sonra gözümün içine bakarsın seni kurulayayım diye. Tıpkı küçük bir çocuğun annesine baktığı gibi… Sonra bi kahve kokusu çalınır burnuma. Koyu,şekersiz ve az sütlü kahvenin kokusu elimde tuttuğum fincandan yayılır,getiririm kahveni ve her zaman okumaktan keyif aldığın mizah dergisinin de durduğu sehpaya bırakırım. Kahvenin dumanı tütüyorken hazır müzikte açayım ki keyfimiz tam olsun. Hem de en sevdiğin şarkıcıdan. Dışarısı güneşli, kahvelerimizi içelim de dışarı çıkalım derim gülümsemenle onaylarsın. Temiz hava iyi gelir;elele çiftler, uçurtmalar,baloncu, tek gözü yaralı minik kedi,şapkanı uçuran yaramaz rüzgar, içimi ısıtan sevginle yarışan güneş… Açıkhava acıktırır bizi;ben kumpir yemek isterim sen kokoreç. Tabi ki kokoreç yemeğe gideriz. Sakatatlardan en çok kokoreçi sevdiğini, zaten çok etçil olmadığını anlatırsın yine her kokoreççiye gittiğimizde yaptığın gibi. Ben ilk kez duyuyormuşum gibi yaparım ve mutluluktan oluşan tebessümümü hemen şaşkın yüz ifadesine çeviririm büyük bi oyunculukla. Akşam için planlar yapılır; izlemek için güzel bir romantik komedi dvdsi, bir şişe şarap, peynir biraz da çerez.Eve geliriz; sen filmi koyarken ben şarabı boşaltırım kadehlere. Şarapla beraber seni yudumlarım, boğazım yanar. Kulaklarım uğuldamaya başlar ve yine senin sesini duyarım: -Senden ayrılmak istiyorum… Öylece bakarım manasızca…Bütün bunları düşünürken gözyaşlarımın “Tamam” dediğini duyarsın ve arkanı dönüp uzaklaşırsın. Dün gece de dönüp uzaklaştığın gibi…

31 Mayıs 2012 Perşembe

Kızarmış Ekmek Kokusu

İlk adımlarını atmaya başlayan çocuk sıcak sobaya dokunduğunda ve yandığında o pamuk elleri, bilir bir daha dokunulmayacağını… Senin alev tenine dokunduğumda da yandı ellerim ama aldırmadım…Oysa ilk adımlarımla beraber öğrenmiştim bir daha dokunulmayacağını ama… Avuçlarımla beraber tüm içliğim yanarken teninde ve sen tanıdık sesler çıkarırken kulaklarım oyalansın diye ben nedendir bilinmez geri adımlarımı saymaya çalışıyordum. Annemin haroşe örgüleri gibi iki ters bir düz… Tek fark iki ters yerine iki geri , bir düz yerine bir ileri…Teninle ördüğüm kazağı giydim bedenime yanıklarıma aldırmadan… Ceplerimden taşmaya başladı “oysa” lar… Oysa uzuvlarım eksikti senden önce ve sana her uzanışımda daha da uzaklaşıyordun yarım koluma gülerek… Geri adımlarımı saymaya devam ettim çolak ayaklarıma inat… Bir,iki,sen,üç,dört,sen,beş,altı,sen… Anımsadım; susmalıyım… Çıkardığın sesleri susturmak içindi saçmalıklarım.Ama beceriksizliğimi vuruyor suratıma şimdi de teninin sıcaklığı..Cebimden bir “oysa” daha düştü şimdi. Oysa ihtimalleri çoğaltabilirdik seninle..Tesadüfleri de…Ama istemedin, onun yerine çocukluğumdan kalma en masum anılarımı topladın etrafına. Kızarttığın ekmeğin kokusu kadar huzurlusun şimdi biliyorum. Ekmekle beraber bendeki seni de kızartıyorsun aldırış etmeden… Kokusu tüm genzimi yakıyor,gözlerimden akıyorsun ses etmiyorum…Dedim ya susmalıyım…Bak yine bir “oysa” düştü… Sana yaranmaya çalışan beynim o çok sevdiğin oksimoronları sıralıyor peşpeşe… Sessiz çığlıklar atabilir,gözyaşlarımla kahkahalar atabilir hatta sadece durarak sana koşabilirdi bu kalbim. Ama sadece sustum… Genzimde bıraktığın yanık ekmek kokusuyla sustum ben… Kazağı çıkardım,yanık tenime merhem aradım başka bedenlerde. İyileşme dönemimde yapılan kahvaltılarda hiç kızarmış ekmek yemedim. Genzimde dolmuş o kokuyla izledim yeni sevgililerimin kızarmış ekmeğine tereyağı sürüşünü… Gözüme bir şey kaçtı dediğimde gözlerimden akan seni sildiler tereyağının ekmekte eridiği gibi sende eridiğimi bilmeden…

15 Mart 2012 Perşembe

12 YIL...




Minibüs şoförüne ücretini ödedikten sonra en arkadaki cam kenarına oturdu.Gözü İspanyol paça,mor ve kadife pantolonunun paçalarına ilişti; yağmurdan olsa gerek çamur bulaşmıştı paçalarına. En sevdiği pantolonuydu bu ve bugün okulun ilk günüydü. Bugün canımı hiçbirşey sıkamaz diyerek iki elinin arasına aldığı paçalarını kuru kuruya çitilemeye başladı. Zaten kurumuş olan çamur toz olup dökülüverdi paçalarından. O çok sevdiği gülümsemesini takıp dudaklarına camdan dışarıyı izlemeye devam etti. Çok geçmeden okul kapısında duran minibüsten indi diğer öğrencilerle birlikte.
Beyaz tenine çok yakışan mor ağırlıklı kıyafeti,yandan çapraz astığı çantası ve beline kadar uzanan kömür karası dalgalı saçlarıyla kampüsün içine girmişti bile. Sanki daha önce defalarca buraya gelmiş ve heryeri ezbere biliyormuş gibi adımları onu fakültenin kantinine doğru götürdü. Bir fincan kahve içip içini ısıtmak istiyordu, bir de "diğerlerini" gözlemlemek...Kahvesiz yapamazdı hiç;asla çayla aldatmamıştı onu. Az şekerli sütsüz ve koyu içerdi kahvesini. Müzik kutusuna yakın bir masa seçmişti oturmak için. Çünkü çok sevdiği "Düş Sokağı Sakinleri" çalıyordu müzik kutusunda. Bir sigara yaktı ve dumanına karıştırdı tüm düşüncelerini ve merak ettiklerini. Ne kadar zaman geçirdi o masada bilemedi, Kültablasına söndürdüğü izmaritlerden kopya çekti. Üç izmarit olduğuna göre en az yarım saattir orada olmalıydı. Hemen toparlanıp 101 no'lu dersliğe doğru yola koyuldu. Dersliğin önünde henüz birbirini tanımayan ama etrafa kocaman gülücükler savuran yaşıtları bekleşiyordu. Hafifçe tebessüm edip kapıdakilere içeri geçti, ön sıralardan birine kuruldu. İlk hocasıyla tanıştı, ilk dersini gördü ve ilk araya çıkıldı.
Ara verildiğinde sigarasına sarılan tütün sevdalılarının arasına attı kendini koridorda. İlk kez orada görmüştü ve konuşmuştu "Koca Yürekli" sini. Zamanı beraber harcamaya başladıklarında takmıştı o na bu ismi. O da "Omzunda Çiçek Açan Kadın" diyecekti kendisine. ..
Birbirlerine mektuplar yazacaklardı yanıbaşlarında olmalarına inat. Kıskanacaklardı diğer yüreklerden birbirlerini, Kelimelerle yarattıkları Dünya'ları açacaklardı birbirlerine. Kısacası besleyeceklerdi birbirlerini bir annenin evladını emzirdiği gibi. Her damla sütte emek emeceklerdi, her damla sütte sırlarını, aşklarını, acılarını emeceklerdi birbirinin. Aynı ana-baba dan olmayan kardeşlerdi artık onlar; Koca Yürekli ve Omzunda Çiçek Açan Kadın...
Aşkla tanıştıklarında birbirlerinin taşikardilerine kulak misafiri oldular... Ayrılık sonrası birbirlerine kağıt mendil uzattılar... Biri hasta olduğunda hemen diğeri hasta çorbası yaptı alelacele...
Üç yıl beş yıl derken tam 12 sene geçivermişti. Omzunda Çiçek Açan Kadın bordoyla aldatıyordu artık o çok sevdiği mor'u... Beline kadar uzanan kömür karası saçları daha kısa ve kızıla boyalıydı şimdilerde... Koca Yürekli'de saçlarına kırlar düşmüş, daha göbekli bir adam oluvermişti 12 yılın ardından...
Evet takvimlerle birlikte birçok şey de değişmişti; Koca Yürekli'nin babası ölmüştü, Omzunda Çiçek Açan Kadın evlenmişti mesela, başka başka insanlarla tatile çıkmışlar başka başka insanlarla içmişlerdi o ucuz biraları. Ama değişmeyen tek birşey kalmıştı geriye; onlar aynı ana-baba dan olmayan kardeşlerdi bir kere...
Yetim kaldığında Koca Yürekli, o na kağıt mendil uzatan yine Omzunda Çiçek Açan Kadın'dı yada Omzunda Çiçek Açan Kadın'ın düğününde damattan fazla göbek atıp gülücükler saçmıştı etrafa Koca yürekli. Yıllar sonra bugün ikisinden biri düşse hemen diğeri kaldırmak için elini uzatıyordu. Nerden mi biliyorum? O Koca Yürekli benim ve daha biraz önce taşa takılıp düştüm ben. Yaramı temizleyip yara bandı yapıştıran yine Omzunda Çiçek Açan Kadın'dı. Yara bandını yapıştırdı, omzundan bir çiçek koparıp bana uzattı. Bir anda tüm odayı sardı o çiçeğin kokusu...
"Kocana selam söyle" dedim ve telefonu kapattım. O'nun bana öğrettiği gibi o çok sevdiği tebessümü taktım dudaklarıma... İyi varsın be iyi ki varsın...

Mart 2012

5 Mart 2012 Pazartesi

Eşit Paylaşılmayan Suçlar İşlemek






Kahve fincanlarımızla buluşma aralarında sohbetimize devam ediyordu dudaklarımız; sevgilisini ne kadar çok sevdiğini, ne kadar mutlu olduğunu anlatıyordu arkadaşım."Peki hanginiz daha çok seviyor?" dedim. Önce biraz sustu sonra da "Nasıl yani?" deyiverdi sadece.Hep böyle değil midir? İki kişi birbirlerini çok severler ve bir ilişki yaşamaya başlarlar ama biri hep daha fazla sever. Daha fazla önemser, daha fazla sahiplenir, daha fazla kıskanır... Kısacası daha fazla acı çeker. O gün gelip miyadı dolunca ilişkinin, yollar ayrılır ama biri daha zor unutur,biri hep daha fazla yara almıştır çünkü.İlişkisi olmadığı için etrafındaki mutlu insanların aşklarını sabote eden bir provakatör olarak suçlansam da içten içe bana hak verdiğini biliyordum arkadaşımın.Çünkü kendi ilişkisinde daha çok seven taraf oydu ve gerçekler çırılçıplak bırakmıştı tüm bedenini bir anda.Üşüdü,yüzünü ekşitti,kızdı bana.Karton bardaklardaki yarılanmış kahvelerimizi bırakıp kalktık oradan.
Çıplak ve üşüyen arkadaşımla ayrıldıktan sonra bir sigara yakıp Bağdat Caddesi boyunca yürümeye başladım. Yürürken düşündüm yaşadığım eski ilişkilerimi. Kiminde daha çok seven olduğum kiminde ise daha çok sevilen eski ilişkiler. O davudi sesimi takınıp kaç kişiye sakallarımın arasından “Benden daha iyilerini hak ediyorsun” dedim bilemedim.
Yürürken ve kafamdan bu düşünceler geçerken gözüm bir bankanın billboard reklamına ilişti; “Farklı bakış açıları Dünya’mızı zenginleştirir” diyordu reklamda. Hemen altında da sivri topuklu, kırmızı bir ayakkabı. Kimine göre ŞIK OLMAK kimine göre ise ACI ve IZDIRAP tı bu ayakkabı. Bu başarılı bulduğum reklamı da biraz önceki düşüncelerime malzeme etmekte gecikmeyen beynim yine bana işkence yapıyordu. Uyumak için sığındığım çift kişilik yatağımı düşündüm bir anda; bazen dar gelir sevdiğinle nefesleriniz karışırken birbirine o yatak, bazen de kaç dönüm olduğunu hesaplayamazsınız o yatağın. Çok dönüm bir yatağın içinde bir toz tanesi de olabilirsiniz, terden ıslanmış çarşaflara inat yatağa sığamayan tek vücut olmuş iki kişi de… Ama tek vücut olduğunuz gecelerde bile bildiğiniz tek gerçek vardır; bu ilişkide biri daha çok seviyordur, daha çok üzülecektir ve daha çok acı çekecektir. Hiçbir ilişkide eşit paylaşılmaz suçlar. Biri hafifletici nedenlerini alır yanına ve ceza almadan gider, diğeri ise suçlu bulunur müebbete kadar gider sonu…
Yürümekten yoruldum, bir taksi çevirip yoldan evime gittim. Bir şey eksik mi diye gözümle kontrol ettim her şeyi; İçki ve buzlar tamam, sigaram ve dumanı tamam, terk edilmişliklerim ve terk edişlerimde cepte…Bi de Halil Sezai koydum muydu değmeyin keyfime…

17 Şubat 2012 Cuma

Pazar Kahvaltıları...



Pazar kahvaltılarımız vardı seninle;sabah mahmurluğuyla yapılan günaydın seksinden sonra gittiğimiz...
İki çatal peynir arası okuduğumuz gazeteler ve kahveden ıslanmış dudaklarımızla bezediğimiz kahvaltılar.Cihangir'in Pazar güneşi yüzümüze vurdukça ona inat yüzümüzü dönerdik bilmem kaç dolara aldığımız marka gözlüklerimizle...
Sahanda yumurtalar geldiğinde sen patlatmak isterdin ekmeğinle,o sarı lav dolu yumurta tepeciklerini.O yumurtayı patlatıp ekmeğine akıttığın gibi akıttın aramızdaki herşeyi.Usul usul ama bir o kadar da derine.Eğer haşlanmış katı yumurta istemişsek,kiminki önce kırılıcak oynardık kabuklarını birbirine toslayarak.BİZ i de o yumurta kabukları gibi çatlatıp kırdığımızı bilseydik bu kadar güleç oynayabilir miydik bu oyunu?
Birgün öğle güneşine kadar uzattığımız bir kahvaltının ardından balık almak istemiştik akşamki rakımız gözyaşı dökmesin diye.Balıkların yanındaki yeşillik tezgahlarına ilişmişti gözüm.Pörsümüşve içi geçmiş maydanozları,rokaları görünce ilişkimize benzetmiştim.Oysa ne umutlarla çıkmıştık bu yola.Yürüdük,yürüdükçe çürüdük be sevdiğim..
Bazen bir cümle ağızdan çıktıktan sonra öylesine büyür ki,üç yalnışın bir doğruyu götürdüğü ilişki sınavında birçok doğruyu bir anda yutabilir.Aramızdaki duvarı başka bedenlerin cazibeleriyle ördük biz.Her beden bir tuğla,her tuğla bir büyüyen cümle..
Balıklarımızı pişirdik,rakılarımızı bıraktık bardaktaki buzla dansına.sohbeti buladık rakı beyazına.Yüzüne baktım ve "Biz çürüdük" dedim.Anlam verememiş boş gözlerle baktın bana.Gözlerimle anlattım,gözlerinle anladın.Anladıkça da ağladın.Montumu giydim, kapıya yürüdüm,çıktım o "biz" in içinden.Kalbimin üşümesi İstanbul ayazından değildi;"Yine olmadı kahretsin" in soğukluğuydu o.Gözyaşlarımı sildim,bir taksi çevirdim ve yalnızlığıma doğru yola koyuldum.
Çok sonra birgün Cihangir'de gezinirken o Pazar kahvaltılarını yaptığımız Cafe'ye çıkardı beni ayaklarım.Seninle o masalarda oturduğumuz günleri hatırladım,tebessüm ettim ve uzaklaştım ordan...
Artık Pazar kahvaltılarına gitmiyorum,artık balığın yanında rakı da içmiyorum.Her seferinde kulaklarımda "Balığı ağlatıyorsun be oğlum" demeni duymama rağmen içmiyorum rakıyı.Sohbetlerimin beyazı yok artık...
Ben seni o Pazar kahvaltılarında bıraktım sevdiğim,şimdi sıra sende, sende beni bırak...

11 Şubat 2012 Cumartesi

Yazlar uzundu eskiden...



Yazlar uzundu eskiden...7-8 yaşlarındayken kuzenlerimle elele tutuşuo "ooooooooooooooo niveeeeaaaaaaa" diye bağırarak denize atardık kendimizi. Hala da bilmem neden öyle yaptığımızı ama güzeldik.saf,ne yaptığını bilmeyen mutlu çocuklardık.
Karton kolilerden ev yapardık;pencereleri kapıları olan. Sonra o evi yakardık;yangın çıkmış mizanseli verirdik. Komşumuz fırıncının oğlu Murat'ta seslendirme yapardı üstüne. Yangında evde mahsur kalmış komşu teyze sesiyle çığlıklar atar evim yanıyor diye dövünürdü:) Cinsiyetsiz birini ilk kez görüyorduk ve şekınlıkla izleyip eğleniyorduk yine...
Ha birde komşu oğlu Deniz vardı;ATEİST DENİZ...İzmirİn nemli gecelerinde kapı önünde ÇİĞDEM çitlerken yapılan sohbetlerde hep enteresan bi o kadarda mülteci açıklamalar yapardı. Bize Allah Baba diye öğretileni redderdi;" belki bir kilim benim inandığım belki bi bulut" demişti. inandığıklarımıza isim takmaktan vazgeçin derdi. Hep bi adım geride durmuştum bu akıllı ateist komşumuzdan...
Şimdiki yazlarda olduğu gibi sopaya takılmış fabrikasyon dondurmalar yoktu eski yazlarda. Külahta yenen,eridikçe parmaklarına akan açık dondurma yazlarıydı onlar. 7 Kardeşler adlı dondurma zincirinin Wolksvagen marka minibüsleriyle mahallemize gelmelerini dört gözle beklerdik.Sesi sonuna kadar açılmış müzik eşliğinde dondurma arabası yaklaştığında bütün çocuklar annelerinden harçlıklarını alıp sıraya girmiş olurdu bile...
Yazlar uzundu eskiden...Bizler çocuktuk...Ama herşeye rağmen mutluyduk..Masumduk çünkü...Sonra büyüdük masumiyet sabunu avcumuzda eridi yıllarca...Artık eskisi kadar uzun değil yazlar...Bir yaz gecesi yapılan sex sonrası üstündeki terin kimin olduğunu bilemediğin yazlar şimdiki...